KİM 9
BİR DAĞISTAN ÖYKÜSÜ
O zamanlar çocuktum. Belimde kama, sırtımda çerkaska bir erkek çalımıyla gezerken elimin üstünde şahinimi taşırdım.
Güz mevsimiydi. En güzel tarlaların bulunduğu Uroldse’ye doğru yola koyulduk. Köpekler koşmaya başladı.
Kahir abim, kendi şahinini elinde sıkıca tutuyor, ben de onu örnek alarak avcı rolünü oynuyordum.
Keklikler uçmaya başlayınca silahlarımızı ateşleyip şahinlerimizi salıverdik. Benim uslu ufaklığım avını bir çırpıda yakalayıp indirdi. Arkasından koştum. Avlanan kekliklerin başlarını kıyıp geri döndüm. Ancak diğer şahinin avsız kaldığını, havada dönüp durduğunu gördüm.
Abim, eline kırmızı bir çaput almış, “pupu puppu” diye hayvanı çağırıyordu. Şahin yükseldikçe yükseldi, abim kızdıkça kızdı. Ne var ki, bizimle birlikte gelen seyisin oğlu, şahini güvercin etiyle beslediğini ağzından kaçırdı.
Tok bir şahin en kötü avcıdır. Bu yüzden bizimki bütün çağrılara uymuyor, inmiyordu. Abim, öfkeyle benim ufak şahinimi elimden aldı. Avlanmayı onunla sürdürdü. Ben üzüntü içerisinde yanında koşuyordum. Belli ki, bu işin sonu iyi olmayacaktı. Abim, sinirlendiğinde hep bir uğursuzluk olurdu.
Bir patika boyunca yukarıdaki kıraç tarlaya doğru tırmanıyorduk. Tarlanın otları arasında çok sayıda kekliğin saklandığı kanısındaydık. Küçük şahin, birdenbire kanatlarını çırpmaya başladı. Fakat o esnada karşı bayır boyunca süzülen bir kartalın korkunç karartısı belirdi. Bu durumda en babayiğit şahin bile sinip saklanırdı. Ne uğursuz işti Yarabbi!
Tehlike geçer geçmez abim Kahir, köpekleri saldı. Ne olursa olsun avı sürdürmek niyetindeydi. Kuşlar köpekleri fark edince saklandıkları yerden çıkıp uçmaya başladılar. Abim, şahini saldı. Ah! Hayvancağız ürkmüştü.
Bu yüzden eskisi gibi çalımlı, yürekli bir biçimde yükselmedi. Hızlı bir deneme daha yaptı, yine başaramadı. Bunun üzerine Kahir, büyük bir öfkeye kapıldı.
Kuşu olanca gücüyle gökyüzüne fırlatmak yerine, taşlı toprağa çaldı. Şahin acı acı çığlıklar atarak çırpındı.
Göğsünden kan boşanıyordu. Onu oradan kapıp koşmaya başladım. Seyisin oğlu ağlayarak beni izledi. Abim, tek başına hareketsiz yerinde kaldı.
Koştum, ağladım… ağladım… Bunun acısını Kahir’den daha sonra çıkaracak, onu evimizin salonunda asılı duran gümüş işlemeli tüfekle vuracaktım. Bunu ne olursa olsun yapacaktım. O gece bana uyku haramdı. Yerde kanadı düşük durumda, ayaklarının üzerinde durmaya çalışan acınası şahinimin yanı başına çömeldim. Görünüşü, içler acısıydı. Bütün gece boyunca yaşamak için savaştıktan sonra tan yeri ağarırken öldü. Bir ölü için bundan daha çok üzülemezdim. Küçük şahinimi gömdüm. Sonunda vurmaktan caysam da abimden nefret etmeyi sürdürdüm.
Daha sonra, başka şahinlerim de oldu, ancak bu denli sevdiğim olmadı. Eski şahinden kalan çıngırakları da bir daha kimsenin eline vermedim. Halil Bek Musayasıl
Gunip – Dağıstan
DERBENT DİYİP GEÇMEYİN
Orta Çağ’ın başlarında Albanya olarak bilinen bölgenin uluslararası ticaret yolları üzerindeki şehridir Derbent. Albanların önde gelen askerî savunma merkezi, Sasanilerin Kafkasya’daki dayanağı olmanın ötesinde bu şehir çok önemli bir siyaset ve sanatkârlık mekânı olarak tanınırdı.
M. Kalan Kaltuklu’ nun Alban Tarihi adlı eserinde Derbent azametli kent diye nitelendirilir. Onun sokak ve meydanlarının imar planına uygunluğu övgüye değer bulunur. Derbent önce Alban, sonra Sasani hükümdarlarının stratejik gözbebeği olarak yer edinmiş, giderek sanatkârlık ve ticaret sahasında da gelişmiştir.
Dokumacılığı ile ünlenen şehirde yapılan arkeolojik kazılarda silah, teçhizat, çalgı, metal ürünleri, örs, çekiç, bakır, demir filizlerinin bulunması, burada metalür-jinin geliştiğini kanıtlıyor. Cam materyallerinin çeşitliği, orijinalliği, çok renkliliği Derbent’ te cam üretiminin yaygınlığına işaret ediyor.
Bölge çömlekçilikte de ileriydi. Bu şehirde gün ışığına çıkarılan çeşitli kap kacak, saksı, su borusu, kerpiç, kiremit, sac, mutfak araç ve gereçleri çömlekçilikte ileri gidildiğine delalet ediyor.
Bütün bu özellikleri ile Derbent, Hazar denizi sahilinden geçen ticaret yolunun en işlek transit mahalli olduğuna kuşku bırakmıyor.
Şehir arazisinin 160 hektara ulaşan büyüklüğü ile Derbent, Orta Çağ başlarında Ön Asya, Doğu Kafkasya ve Orta Asya’nın birçok yerleşim birimlerini geride bırakıyordu. Aşılmaz duvarlarla çevrilmiş saha, iki bölüme ayrılır: iç kale ve şehir merkezi. Şimdilerde Narın qala diye adlandırılan iç kale, şehrin hayatında en önemli yeri tutuyordu. Şehir yöneticisinin ikâmetgâhı, saray ve garnizonun kurulu bulunduğu bu saha sosyal, siyasal ve askerî merkezdi.
İki buçuk ile üç buçuk metre kalınlıkta, 20-25 metre yükseklikte surlar, Derbent’e ele geçirilemez bir kale vasfını kazandırıyordu. Derbent’ e kapladığı alan yetiyor, dış şehre sahip olmaya gerek kalmıyordu.
Narınqala’da önce Alban hükümdarları, sonra Sasaniler tarafından atanan şehir hâkimi otururdu. Sasani şahının temsilcisi 5. Asırda merzban unvanı taşırdı. VI.
Asırda Derbent civarında, Sasani hükümdarı I. Qubad (481-531) ve onun oğlu I.
Kasro Enuşirevan (531-579) kuzeyden beklenen saldırıları önlemek maksadıyla istihkâmlar inşa ettirmişti.
Şimdiye kadar Derbent’in kale duvarlarında ortaya çıkarılan kitabe sayısı 18′ dir. Bunların çoğu bölgenin mali denetçisi, Barznişin ile ilgilidir. Sasanilerin, harpçi birliklere verdiği toprakların vergilendirilmesi hususunu, ikta ve tımar uygulamalarının varlığını buradan çıkarıyoruz.
Şehir, Sasanilerden sonra İslam orduları tarafından ele geçirilmiş, Arap hilafetinin kuzey sınırlarının stratejik müstahkem mevkii olarak önemsenmiştir.
Daha Hz. Muhammet döneminde Orta Doğu coğrafyasında dillere destan olan bu şehri fethetme konusunda ruhsat verilmiş olsa da, Emevilerin gaddarlığının sergilendiği şehirde özellikle Hristiyan mabetleri hedef alınmış, ikna ederek değil, dehşet saçarak İslamiyeti benimsetme yolu tercih edilmiştir.
Ne var ki, halife Mervan bin Muhammet’le son bulan Emevi hanedanının ardından Abbasiler döneminde bölgeye gönderilen ikna heyetleri, şehrin Hristiyan gömleğini çıkarıp İslamiyete geçişinde etkili olmuş, çok daha fazla kan dökülmesinin önüne geçmişlerdir.
Hazar denizinin en önemli liman şehri olan Derbent, denizin içlerine uzayan dış hisarla çevrilmiş, gemilerin yanaşması için köprü kurulmuş, köprü ile deniz arasında sur inşa edilmiş, giriş daraltılarak ve zincirlenerek denetim üst seviyeye çıkarılmıştır.
Bir asırdan çok süren eski inanışlarını bırakıp İslamiyetin kabulü sürecinde eski dinlerini terk etmeme konusunda ayak direyenler Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere göçmüş, Alban kilisesinin Hristiyan dünyasındaki mirası Ermeni-lere ikram edilmiş, Alban patrikliğinin temsil gücü Ermenilerce kullanılmıştır.
Bir cevap
Hakkımızda başlığı altında yer alan bilgilere gelen itirazı değerlendirdik. Şah Dağ dil grubunu oluşturan halkları sayarken özet olarak adlarından söz ettiğimiz Buduq, Qrız, Xınalıq adlarına ilave olarak Cek, Elik, Hapıt, Yergüç ve Udin halklarının da adlarını anmaya ihtiyaç vardır. Şimdilik burada yer verdiğimiz bilgiler daha sonra ilgili başlık altında düzeltme yapılarak yayımlanacaktır.
İlk mesaj benden sıra okurlarımızda.
Abdullah Kubalı