Aybalam Sayı 4
ÖZ KİMLİĞİNDEN UZAKLAŞANLAR
KARS’IN ETNİK ÇEŞİTLİLİĞİ
Kars’taki Caferi mezhebine mensup olanlara, onlar karşı çıksa da Tat derler. Azerbaycan Türklerinin bazıları da mezhepsel anlamda bu adı
kullanırlar. Ancak bu onların Tat kökenli oldukları anlamına mı gelir bilmiyorum. Bu adlandırma nereden geliyor çözebilmiş değilim. Belki Dağ Yahudileri de
denilen Tatların Caferileşmesinden sonra Caferi olan diğer topluluklar da Caferi/Şii anlamında, yani mezhepsel anlamda Tat sözcüğünü kullanmaktadırlar
veyahut da kendine Tat diyen ve Azerbaycan Türkçesi konuşup Şii olan bu insanlar gerçekten Tat kökenlidir.
Azerbaycan Yahudileri veya Dağ Yahudileri olarak da bilinen ve çeşitli iddialara göre Türk, İrani ve Kürt soylu olan (muhtemelen Türk) Hazarlar
bakiyesi Kafkasyalı halk. 1918 yılında Ermenilerin yaptığı pogroma karşın, varlıklarını bugün de sürdürmektedirler ancak birçoğu zaman içerisinde İslam
inancını benimsemiştir.
Tatlar, Azerbaycan’ın kuzeydoğusu ve Dağıstan’ın güneyi arasında yaşayan bir İran halkıdır. Bu halkın kökeni konusunda, tarihî Hazar
İmparatorluğu’nu oluşturan Kuman Kıpçak Türk bakiyesi olduğu konusunda da tezler vardır.
Bir kısmı Dağ Yahudileri diye anılmaktadırlar, İlk Asur işgal ve kolonizasyonu sırasında İsrail’den çıkartılan Yahudi göçmenlerin, müttefikleri İran
tarafından Dağıstan’a yerleştirilmeleri ve daha sonra da Mitraizm, Zerdüştizm gibi inanışların etkisi ve Dağıstan’ı elinde tutan İranlı asker soylularla
karışmaları sonucunda oluştukları bilinmektedir. MÖ. Yüzyıllarda, bazı kayıtlarda Dağıstan Yahudiler’ine rastlanmaktadır. Örneğin Mahaçkale civarında
Yahudilerin işlettiği bazı han ve ticaret yerlerinin bulunduğu bir yerleşim merkezi olduğu bilinmektedir. Ancak Yahudilerin Dağıstan’daki varlıkları İran
varlığıyla ilgilidir ve daima bu iki varlık tarih boyunca birbiriyle iç içe geçerek gelişi mini sürdüre gelmiştir.
Çoğunluğu İslam inancını benimsemişlerdir. Ancak Yahudi inancını koruyanlar Dağıstan’da ve Azerbaycan’da hâlâ yaşamaktalar. Dağıstan’ın
Derbent ve Mahaçkale kentlerinde sinagogları açık bulunmaktadır. Dünyadaki Tat nüfusunun neredeyse %10’a yakını Azerbaycan’da yaşamaktaysa da Şii İslam inancında
olmaları sebebiyle hızla Türkleştikleri bilinmektedir. Türkiye’de ki Tatların da çoğunlukla Azeri olarak adlandırıldıkları bilinmektedir. 1990’lı yıllardan itibaren Yahudi olan Tatlarin yaşadıkları bölgelerden İsrail’e önemli bir göç dalgası yaşanmıştır. Konuştukları dil, Orta Farsça olan Pehleviceye çok yakındır. Müslüman ve Yahudi Tatların dilleri arasında da fark bulunmaktadır.Dağıstan’da 1200, İsrail’de 5 bin, Azerbaycan’da 25.200 bin, Rusya Federasyonu’nda 1585, Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesi ve Marmara
Bölgelerinde ise 20 bin kadar Tat’ın yaşadığı tahmin edilmektedir. Ancak Türkiye’de bu dilin konuşanı kalmamış ve çoğunluğu özellikle Azerice içerisinde
kaybolmuştur.
Aynı yazara göre, Kura nehri Alban Krallığı’nın güney batı sınırı olup Kura ve Aras nehirlerinin arasındaki topraklar, yani bugünkü Karabağ Bölgesi,
M.Ö. 5. yüzyılın başına kadar Ermenistan Krallığı’nın egemenliği altında bulunmuş ve bu bölgede, aynı zamanda, çeşitli Alban aşiretleri de yaşamıştır. Kura
nehrinin sağ tarafı uzun süre Ermeni kültüründen etkilenmiştir (Shnirelman, 2001: 150-151). Shnirelman, bu bölgede yaşayan halkın Dağlık Karabağ
Ermenilerinin atalarını oluşturduğunu ve Karabağ’ın 7. ve 9. yüzyıllarda hızla Ermenileştiğini söylemektedir. Öte yandan, yine Shnirelman’a göre, Albanların
önemli bir kısmı Arap idaresi altında İslamı kabul etmiş ve Arap alfabesini kullanmaya başlamıştır. Bu ikinci grup, 11. ve 13. yüzyıllarda Türkleşmiş ve
Azerbaycan toplumunun kurucularını oluşturmuşlardır (Shnirelman, 2001: 151).Suny de, Orta Çağda, bugünkü Karabağ toprakları üzerinde, Kafkas Albanya
Devleti’nin varlığını kabul etmektedir (1988: 37). Suny’ye göre, bu dönemde, Türkler Orta Asya’dan bölgeye göçmeden önce, Güney Kafkasya’nın doğusunun
Kafkas Albanyası olarak bilindiğini; Balkanlardaki Albanlardan farklı olan buradaki halkın 4. yüzyılda Hristiyanlaştığını ve Ermenilerle yakın ilişkileri olan bu
grubun üst sınıflarının zaman içinde tamamen Ermenileştiğini söylemektedir. Özetle, Selçuklu Türklerinin 11. yüzyılda Güney Kafkasya’ya gelmeye
başlamasıyla dağlık bölgedeki Albanlar (Karabağ’dan tarihî Ermenistan’a kadar uzanan bölge) ağırlıkla Hristiyan kalmışlar ve zaman içinde Ermenilerle
birleşmişlerdir. Doğudaki ovadan Hazar Denizi’ne kadar uzanan bölgede yaşayan Albanlar ise Türk nüfusla karışarak Müslümanlaşmıştır. (Ayrıca bk.
Tchilingirian, 1999: 436-437)
Bu tartışmaya paralel daha detaylı bilgi için bk. (Sunny, 1993b). Mülakat yapılan Azerbaycanlı bir araştırmacı, Shnirelman’ın belirttiği son noktanın
eski Sovyet tarih yazınının uzantısı ve yanlış bir yaklaşım olduğunu belirtmektedir. Bu bağlamda Albanları tek bir ulus olarak ele almanın da yanlış olduğunu;
Albanların Gargarlar, Sabirler gibi Türk ya da proto-Türk 26 taifeden oluştuğunu söylemiştir.
Yine yukarıda belirtilen Azerbaycanlı araştırmacıya göre bu dönemde (Hilafet – Bizans tartışmaları sırasında) Alban Kilisesi bağımsızdı ve Albanların
Ermenileşmesini gerektirecek şartlar yoktu. Ermenileşmenin ancak Alban Kilisesi’nin Eçmiyazin’ in yönetimine geçmesi süreci ile ilgisi var.
(2001:150). Aynı yazara göre, Kura nehri Alban Krallığı’nın güney batı sınırı olup Kura ve Aras nehirlerinin arasındaki topraklar, yani bugünkü
Karabağ Bölgesi, MÖ 5. yüzyılın başına kadar Ermenistan Krallığı’nın egemenliği altında bulunmuş ve bu bölgede, aynı zamanda, çeşitli Alban aşiretleri de
yaşamıştır. Kura nehrinin sağ tarafı uzun süre Ermeni kültüründen etkilenmiştir (Shnirelman, 2001: 150-151). Shnirelman, bu bölgede yaşayan halkın Dağlık
Karabağ Ermenilerinin atalarını oluşturduğunu ve Karabağ’ın 7. ve 9. yüzyıllarda hızla Ermenileştiğini söylemektedir. Öte yandan, yine Shnirelman’a göre,
Albanların önemli bir kısmı Arap idaresi altında İslamı kabul etmiş ve Arap alfabesini kullanmaya başlamıştır. Bu ikin grup, 11. ve 13. yüzyıllarda Türkleşmiş ve
Azerbaycan toplumunun kurucularını oluşturmuşlardır (Shnirelman, 2001: 151).
Suny de, Orta Çağ’ da, bugünkü Karabağ toprakları üzerinde, Kafkas Albanya Devleti’nin varlığını kabul etmektedir (1988: 37). Suny’ye göre, bu
dönemde, Türkler Orta Asya’dan bölgeye göçmeden önce, Güney Kafkasya’nın doğusunun Kafkas Albanyası olarak bilindiğini; Balkanlardaki Alban (Arnavut)
lardan farklı olan buradaki halkın 4. yüzyılda hızla Hiristiyanlaştığını ve Ermenilerle yakın ilişkileri olan bu grubun üst sınıflarının zaman içinde tamamen
Ermenileştiğini söylemektedir. Özetle, Selçuklu Türklerinin 11. yüzyılda Güney Kafkasya’ya gelmeye başlamasıyla dağlık bölgedeki Albanlar (Karabağ’dan
tarihî Ermenistan’a kadar uzanan bölge) ağırlıkla Hristiyan kalmışlar ve zaman içinde Ermenilerle birleşmişlerdir. Doğudaki ovadan Hazar Denizi’ne kadar
uzanan bölgede yaşayan Albanlar ise Türk nüfusla karışarak Müslümanlaşmışlardır.
TAT’IN GELİŞİ, TÜRK’ÜN GÖRÜŞÜ
İnsan doğduğu yeri, ana babasını, kimliğini oluşturan birçok unsuru seçemiyor. Benim payıma düşen Kars Kaleiçi
Mahallesinde dünyaya gözümü açmak Kâzımkarabekir İlkokulunda okumak oldu.
Altı yaş grubunda okula başladığım için sınıf arkadaşlarım benden büyüktü. Bir abla benim tipime bakıp kepçe kulak
anlamında lavaş kulak etiketini yapıştırdı. Bir diğeri gözlerimin renginden dolayı pişik göz dedi. Sırada etnik belirleme geliyordu.
Beni Tat olarak tanımladılar. Bu belirlemeyi yapanlar tipimi değil, dilimi esas almışlardı.
Aile içinde kültür birliği yoktu. Annem caddeye “cedde”, babam “cadda” diyordu. Bir diğer alamet yılların talanından
kurtarabildiğimiz Kiril Alfabesi ile yazılmış romanlardı.
Bir gün babam bana ne zaman okula gideceğimi sorduğunda komşu kadından devşirerek kullandığım telaffuzla:
-İndi, diye cevap verdim.
-Ne?- diye tersledi babam.
-İndi.
-İndi, ne demek?- diye sordu. Anlamamış rolünü oynuyordu. Kim indi, nereye indi?
-İndi da indi, ele bussaat, dedim.
Gülerek:
-Şimdi desene oğlum. Yok bari Hindistan de.
Bir tek şimdi demekle iş bitmiyordu ki… bana talimat veren babam da Kars’taki bütün şive, ağız ve lehçelerden yararlanıp
kendine göre bir konuşma tarzı geliştirmişti. Dükkâna gelen müşterilerin onu anlayıp anlamadığını bugün de çözmüş değilim.
Mahallede taş atan çocuklar tarafından camı kırılan ve suçluyu yakalamak için öfkeyle pencereye fırlayan Azeri teyze
sokakta ilk beni gördüğünde sayıp sövmeye başladı.
-Ben atmadım Havva Hala, camı kıran ben değilim, bak onlar kırdı diyordum.
Kadın ikna olmuyordu. Beni hedef seçmişti.
-O yaşta çocuk kıramaz diyordu. Seni Yahudi piçi, diyerek iyice saldırganlaştı.
Az kalsın yerden bir taş alıp kafasına fırlatarak:
-Cam öyle değil, böyle kırılır, diyecektim.
Kısacası herkes aklı estiğince konuşuyor, işler böyle birbirine kulp takarak yürüyordu.
Evden okula giderken servis yoktu. İlkokulda soğuk tatili diye bir kavramın yürürlükte olmadığı günlerde karla kaplı yollarda
bata çıka ilk beş yılı tamamladım. Ortaokula geldiğimizde şehrin merkezîndeki binaya yürüyerek giderken atlı tramvay ile taşınan
subay çocuklarına özendik. Sahi biz ileride ne olacaktık? Sokağın karşısındaki komşumuz İhsan Amca gibi keresteci mi, onun
bitişiğindeki, Alay Amca gibi kunduracı mı, Halo Dayı gibi Faytoncu mu?..
Annem komşularla ağız dalaşına girmezdi. Kendimizi savunmak için çok acil durumlarda aynı bahçeyi paylaştığımız ve
Türkçe konuşmada etkisinde kaldığımız ev sahibemizden yardım alırdık. Annem bizimle pek konuşmaz. Ev sahibemiz masallarla,
bilmecelerle dolu bir dünya sunardı.
Tat’ın gelişi, Türk’ün görüşü” diye bir sözü duyar, anlam vermezdim. Şehirde camiler, ayrı cemaatlerin salavat getirirken
kullandığı sözler, namaz aksesuarları farklıydı. Ev sahibemiz seccadesinin yanına tespihten başka Kerbela toprağından yapıldığına
inandığı mühür koyar, dua ederken öpüp alnına götürürdü. Tat erkekler kamette eli bağlı, babam eli açık namaz kılardı.
Berberlerde Muharrem ayında Muaviye’nin yaptığı katliamın asıl sorumlusunun siz mi biz mi olduğumuz konusunda kıran
kırana tartışmalar olurdu. Şiiler, öteki tarafı hem ehli beyti katledenlerin davranışını savunup hem de bu hadisenin yasını tutanlarla
alay etme cüretkârlığında bulunma ile suçlarken Sünniler, diğer tarafı, işlediği cürmün sorumluluğunu başkasına atma pişkinliği ile
eleştiriyordu.
Ailemdeki kültür uyuşmazlığından avantaj da sağlayabiliyordu. Üniversitede yapılan bir sınavda 60 puan değerindeki
soruyu babamın Türkçeyi konuşma tarzından yararlanarak cevapladım. Sorunun aklımda kalan bölümü şöyleydi: Eski Türkçede kişi
zamirlerine iyelik eki getirerek çekim yapınız . Meali ben, sen, o, biz, siz, onlar sözcüklerine ek getirin deniyordu.
Tereddüt etmeden şunları yazdım:
Menin, senin, unun; bizin, sizin, ularun
Meni, seni, uni, bizi, sizi, ularu
Bu Azerbaycan Kuba reyonu Qrız köyündeki Türkçeydi. Sanırım Hazar’ın kuzeyindeki Türkçenin köye yansımasıydı. Babam
onu 2. Dünya Harbinin koşullarında yurdundan uzak yerlerde başından geçen serüvenlerin ardından yeni yurt edindiği Türkiye’ye
taşımıştı. Göz ucuyla beni izleyen kopyacı arkadaşlar:
-Abdullah emin misin?- diye fısıldadılar. Bak, yakma bizi!
- Eminim, dedim.
Notlar açıkladığında sınavda bana yakın sıralarda oturanların yüzü gülüyordu.
ECİNNİLER -4 –
TANKO TANKO / ETEKLERİ FİYANKO
Bakü’nün petrol kralı ailelerinden bazıları Bolşeviklerin elinden güçlükle
Genç kız, ana ve babasını 1930’larda kaybettikten sonra Nazilerin iktidara
gelişine, Hitlerin muhalefet üzerinde kurduğu baskıya, savaşın başlayışına tanık oldu
ve 1946’da dünya evine girdi. Kocası Sovyet Ordusunda bir subay iken 1942′ de
Almanlara esir düşmüş, o kamptan bu kampa sürüklenmiş, bu defa Alman askeri
olarak ülkesine karşı bir dizi suç işlemiş, savaşın sonunda Sovyetlere iade edilmekten
kurtulmak için İsviçre’ye sığınmış Azerbaycanlı, dahası Bakülü, dahası tanıdık bir
herifti.
kurtulup yabancı ülkelere kapağı atmış; bunlardan Zeynalzade çifti İsviçre’ye sığınmış;
karı koca birbirinin ardı sıra, Zürih’te hayata gözlerini kapayıp geride tek mirasçısı
olarak 1912 doğumlu kızlarını bırakmıştı.
Savaş sırasında birçok kimse Almanya’nın ve müttefiklerinin kazanacağını umuyordu. Nazilerin eline düşen
Kızıl Ordu tutsaklarının sayısı 800 bini bulmuştu. Bunlardan aristokrat kökenli Ruslar Çarlık Rusyası’nı yeniden
kurmak, Müslüman asıllılar ise bağımsız Türkistan ve Kafkasya hayalleriyle Alman üniformasıyla anayurtlarına karşı
savaşa tutuşmaktan; İtalya’yı işgal eden Nazi Birliklerinde yer almaktan çekinmemişlerdi. Hitlerin Azerbaycan’ı
Ruslardan alıp bağımsız devlet kurma hakkı vereceği, aslında onun da Müslüman olduğu, çevresindekilere kendini
ifşa etmemek için gizli gizli namaz kıldığı propagandasına kanıp coşmuşlardı. Fısıltı gazetesi şunu bildiriyordu:
Adamın asıl adı Hitler değil, Haydar’dır. Arkadaşının adı Mussolini değil, Musa Lini dir.
Bu lejyonerlerden şanslı olanlar İtalyan partizanlarının rehberlik ve denetiminde İsviçre’ye iltica etmiş, sivil
hayata başlayarak iş güç sahibi olmuşlardı. Bayan Zeynelzade’nin kocası Zürih’ te bir ayakkabı fabrikasında çalışıyor,
iyi kötü geçiniyorlardı. Çocukları olmadı. Hanımefendinin eski hayatından kalan tek lüksü tasmalı köpekle birlikte
İsviçre’de attığı sokak turlarıydı.
Muhacirler arasında her zaman haber kaynakları vardı. Bir zamanlar Nazi istihbaratına, Türkiye’deki Turancı
çevrelere dayanan ağ, Almanların yenilgisinden sonra Anti Sovyet Büro’nun Berlin’den Pentagon’a taşınmasıyla
zayıflamıştı. Almanya’da yayında olan Son Posta Gazetesi de kapanmış, Berlin müttefikler tarafından işgal edilmişti.
Nazilerle iş birliği yapanlar artık söylentilere kulak veriyor, Turancı – Türkçü çevrelerden sızan haberlerle
yetiniyorlardı. Bir ara İsmet Paşa’nın herkesi Sovyetlere iade edeceği, bir başka gün Stalin’in saldırıya geçip onları
bulundukları yerde kıskıvrak yakalatacağı haberleri yayıldı.
Çaresizlik büyüdükçe umut balonu da büyür. Zeynalzadelerin bir önceki kuşağı vatan özlemlerinin doruğa
vardığı ve ömür defterinin son yapraklarını çevirdikleri 1940’lı yıllarda ne büyük hayaller kurmuşlardı. Yalınızca onlar
değil, aynı günlerde Kars’ın Akyaka kasabasında atlarına binip Sovyetlere Allah Allah naralarıyla hücum etmekten
kendini zor tutanlar da vardı.
Bu umutlar harbin neticesinde tamamen söndü. Diğer birçok esir gibi Büyükelçiliğin Türkiye vatandaşı olma
önerisine kocası da kendisi de balıklama atladılar. Orada kendilerini gözleyen yüzlerce soydaşları olduğuna, binlerce
kişinin kucak açmış onların yolunu beklediklerine inanıyorlardı. Gerekli belgelerin düzenlenmesinden sonra
İtalya’nın Napoli limanına nakledilip muacirlere tahsis edilen gemiye bindiler ve bir ay süren bir yolculuktan sonra
Türkiye’nin İzmir limanına vardıklarında küçük çapta bir törenle karşılandılar. İstanbul Tuzla’daki karantina süreci
sonrası davetliler; tahsillerine, mesleklerine, Türkçeyi konuşma düzeylerine, yabancı dil bilme ve diğer vasıflarına
göre çeşitli şehirlere dağıtıldılar.
Ülke yoksuldu. İnsanlar karnını zor doyuruyordu. İstanbul Kapalıçarşı’da kuyumcu dükkânı açanlar,
Tahtakale’de muhasebe bürosu ve Sultanahmet’te tercüme işleri ile geçimlerini sağlayanlar olduğu gibi Diyarbakır
surlarında geceleyenler, vaadlere kanıp geldiklerine kahredenler oldu.
Zeynalzadelerin payına Mersin düşmüştü. Oradaki diğer muhacirler berber, kasap ne olursa bir iş koluna
kapağı atıp çalışmaya başladı, fakat bizimkilerin bu tür meslekleri kabullenmeleri en azından şu tasmalı köpeklerine
karşı ayıp olurdu.
Yurdundan bir kez kopanlar için ikinci, üçüncü yer değişikliği elzemdir. Panait Strati’nin deyimiyle Mülteci
yurdunu sırtında taşıyan adamdır. Hiçbir yerde dikiş tutturamamış ve her söylentiye kanmaya hazır bu ikilinin
kulağına aklı evvelin biri kuyruklu yalanlar uçurmuştu. Güya ülkenin öteki ucunda, Kars’ta onların yolunu gözleyen,
yardımsever, hâlden anlayan zengin muhacirler, vardı. Başta da Kubalı aile yani biz. Sözde bizim borumuz her yerde
ötüyordu; imkânımız bol, elimiz açıktı.
Şehir Erivan, Tiflis, Gümrü ve daha birçok şehirden gelenlerle ağzına kadar doluydu. Muhacire, mülteciye,
dilenciye, gaziye, malüle doymuştu. Multimilyonerlerin varlıkları kendileri içindi ve kapıları davetsiz misafirlere
kapalıydı. Onlar dururken kapımıza dayanan bu aileyi rahat ettirmek, hayal kırıklığı yaşatmamak için seferber
olmuştuk. Annem en iyi çarşafları çıkardı. Bayram günlerindeki masa örtülerini serdik. Komşulardan çatal bıçak daha
birçok yardım aldık. Radyomuzun sesini daha çok açtık. Bakü istasyonunun mahnıları, mugamları gürül gürül
yükseldi. Bahçedeki iplere asılı çamaşırlarımız konukların giysileri ile artık daha kalburüstü idi.
Kiralık evde oturan, belediyenin mülkü olan dükkânda manavlık yapan yoksul aile olmaktan çıkmış, tüccara,
iş adamına dönüşmüştük. Suyu çeşmeden taşıyor, sobada ısıtıp leğende banyo yapıyor, mutfak ile oturma odası iç
içe şartlarda yaşıyorduk. Tahta fırçaları ile ahşap döşemeler siliniyor, çamaşırlar elde yıkanıyor, çivitle mavi renge
boyanıp dışarı asılıyordu. Kap kacak bulaşıkları sobadan çıkarılan küller ile parlatılıyordu.
Konuk kadın birkaç gün geçtikten sonra itini dolaştırmaya çıktı. Fırfırlı eteği ve finosuyla daha bahçe
kapısından dışarı adım attığında sokakta büyük bir şamata koptu. Mahallenin köpekleri bu tuhaf ikiliyi protesto
edercesine seslerini yükselttiler.
Kadın, yukarıdaki külliye tarafına değil, sokağın aşağısındaki Boklu Dere’ye yöneldi. Köprüyü geçti. Oradan
bizim resmî bir daireye benzettiğimiz camekânlı kahvehanenin yanından Payton Pazarı’na çıktı. Yüzünde kibirli bir
ifade vardı. Yüksek ökçeli ayakkabıları ile Bakın bakın her zaman benim gibi birini göremezsiniz, der gibi burnu
havadaydı. Köşe başında yer alan ve iki cephesinin her biri yola bakan kahvehanenin çaprazındaki bakkal dükkânımıza yürüyüp babamı seyircisinin önünde eğilen bir sanatçı edasıyla selamladı.Her gün bu tur yerine getiriliyordu. Seyirci kalabalığı artıyordu. Ben en çok mahalledeki çocukların sataş-
malarına bozuluyordum. Bu işler kendi yağında güçlükle kavrulan ailemize, benzeri bir sürecin sonucunda yurdundan ayrı düşmüş babama birkaç beden büyüktü. Bana en çok batan çocuklardan oluşan koronun mutlu bir azınlığı kınamak için halk arasındaki şu tekerlemeyi kadını her gördüklerinde yüksek sesle icra etmeleriydi: Tanko Tanko/ Etekleri fiyanko
Şehrin varlıklı mahallelerinde döpiyesli, tayyörlü bayanlı için koşulmuş bu tekerleme bizim konuğumuz için
hafif kalıyordu. Belki kısa süren fakat ağır ağır ilerlediğini düşündüğümüz zaman geçip gitti. Konuklarımız hayallerindeki yaşamdan çok uzak günleri geride bırakıp aldıkları yeni bir haberi değerlendirmek için diğer bir menzilin yolunu tuttular.